TOPLUM OLARAK VAR OLMA VE VARLIĞIMIZI SÜRDÜREBİLMENİN TEMELLERİ

İçinde yaşadığımız yüzyıl, dünya üzerinde kurulu bütün toplumsal yapıların çözülerek yeniden yapılanmasını içeren, hatta kendine göre yeniden yapılanmayı dayatan küreselleşmenin etkisiyle şekillenmektedir.

Herkesin ve her kesimin kendine göre tanımladığı küreselleşmenin bu amansız dayatmalarına karşı (tıpkı modernleşmeye yapıldığı gibi) kuru ve içi doldurulmamış söylemlerle direnmek anlamsızdır.  Ne yapmalı? sorusunun cevabını bulmak yerine, kuru eleştirel  yaklaşım bizi daha da zayıflatmakta hatta farklı ve bilinmeyen alanlara savurmakta ve bu savrulmalarda hem toplumu meydana getiren fertler ve gruplar birbirinden uzaklaşmakta hem de toplum, kendi mihverinden, ana ekseninden çok farklı mecralara sürüklenmektedir.

Küreselleşmenin toplumları çözümleme ve parçalamada kullandığı postmodern düşünce ve söylem, kullananları ve tabi olanları omurgasız kılarken, yerinden, yurdundan etmekte, kendi değerlerinden sökün edilen, uzaklaştırılan toplum ve fertleri kendi özyurtlarında sürgün yaşamaktadırlar.     Postmodern kabileler eşliğinde aralarında sınırlar çizen toplum fertleri en küçük bir algı operasyonuna bağlı olarak farklılaşmış yönlerini ayrışmaya, bölünmeye, düşmanlığa kadara götürüp  birarada yaşamanın tılsımını bozmakta ve hayatı yaşanmaz, toplumu güvensiz hale getirmektedirler. Postmodern kabile görüntüsü veren farklı cemaatler, toplumla ya da kendi aralarında oluşturdukları sınırların kaygan zemininde, menfaatlerinin  olduğu yöne rahatça kayarken, çoğu defa topluma ve onun örgütlenmiş biçimi olan devletine karşı asimetrik savaş yapan uluslararası çevrelerin ağına düşmekte ve bu durum herkes için gerekli olan güven problemini gündeme getirmektedir.

Toplumları bir arada tutan belirli temeller vardır. Bu temellerden birisi sarsıldığında çöküş başlar. Bu temeller ortak tarih ve tarih şuuru, dil, din, kültür ve bunların her birini meczeden, mayalayan toplumsal muhayyiledir.

Tarih, bir milletin geçmişten günümüze, var oluş mücadelesi ve tecrübesini aktaran en önemli bir hazinedir. Bu hazine yağmalanıp, hırpalanıp, yok sayıldığında ya da ideolojik  amaçlarla farklılaştırıldığında ortaya bugünkü gibi manzaraların çıkması kaçınılmazdır. Bu ülkede bir dönem Osmanlı düşmanı nesiller yetişti ve Cumhuriyeti öne çıkaran girişimler oldu. Buna tepki olarak Cumhuriyeti eleştiren ve Osmanlıyı savunan nesiller ortaya çıktı. Her biri kendine göre bir tarih şuuru oluştururken birbirine muhalif, biri diğerini dışlayan siyasi ve sosyal gruplar oluştu. Bugün bunların siyasi arenada kavgalarını izlemek insanın içini acıtıyor. Oysa Osmanlı ve cumhuriyet bir milletin tarih sahnesinde dönemin şartlarına göre var olmak için oluşturduğu bir yapılanma idi. İyi ya da kötü her ikisine getirilecek eleştiriler de olabilirdi. İbret almak ve geleceği daha iyi kurmak adına eleştirilmeliydi ama vurunca öldürmenin anlamı yoktu. Cumhuriyeti savunma adına örnek  alınan  Batı’da, Fransa’da tarih eleştirilse de cadde isimlerinde, otobüs metro duraklarında tarihi şahsiyetlerin isimleriyle yaşatılıyor, tarih şuuru oluşturuluyordu.  İngiltere’de,  Belçika’da kraliyete ait gerçek ya da sembolik tarihi uygulamalar kesintisiz devam ediyordu. Türkiye’de ise cumhuriyeti koruma adına tarihle olan bütün bağlar kesilmişti, hatta her fırsatta kötüleniyordu. Bu durum çok talihsiz bir uygulama olup yanlış bir tarih bilinci oluşturdu. Bu yanlış ve yaralı tarih bilincini taşıyan nesiller bugün maalesef kör döğüşünü sürdürürken, var oluşun temellerini sarsmaktadır.

Toplumların varlığını sürdürmede diğer bir önemli temel dildir. Dil nesilleri ve nesiller arasındaki anlaşmaları sağlayan en önemli bir vasıtadır. Biraz önce zikrettiğim Osmanlı karşıtlığı ve düşmanlığı dil konusunda yapılan alfabe değişikliği ile geçmişle olan bağlarımızı kesti. Üstelik Türkçenin Osmanlıca olarak ifade edilen zengin dil deryasından bizi kopararak sığ ve yüzeysel sahillere bıraktı. Türkçenin yapay bir şekilde arı Türkçe adı altında yozlaştırılması, uydurukça bir dili türetti ve nesiller birbiriyle dil konusunda alay eder oldu. Daha önce yabancı olarak görülen Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılan Türkçe başka yabancı dillerin etkisinde, Fransızca ve İngilizce kelimelerin kuşatması altında varlığını kaybeder duruma geldi. Bugün Türkiye’de şehir ve kasabalarda iş yerlerinin adlarına bir göz atsanız, yaşadığınız ülkenin Türkiye mi yoksa başka bir yer mi olduğundan şüphe edersiniz. Burada yeri gelmişken özellikle yerel yöneticilere, bir önerim var. Şu yabancı isimlerle arzı endam eden ticari kuruluşlara encümen kararı ile bir müeyyide ya da illa müeyyide olması şart değil bir teşvikle tavsiyelerde bulunulamaz mı? Yahut sivil kuruluşlar olarak kendi ülkemizde, kendi dilimizle çevrelenmiş iş yerlerinin olduğu bir cadde istiyoruz şeklinde güzel bir hareket başlatılamaz mı? Ekonomik kaygılarla kapitalizmin ve kültür emperyalizminin tuzağına düşen Türkçemiz bugün can çekişmekte, toplumsal bilinç oluşturma özelliğini kaybetmektedir. Batı ülkelerinde yaşayanların hiç biri mecbur kalmayınca asla ve asla gelen turistle bile kendi dilinden başka bir dili kullanmamaktadır. Çünkü onlar var oluşlarını “dil güçtür” felsefesi üzerine kurmuşlardır. Ve bunun farkında olarak bilinçli bir şekilde “dil güçlerini” bizim üzerimizde de hissettirmektedirler. Biz de buna uygulamalarımızla zaten dünden razı olmuşuz. Dille ilgili diğer bir problem ana dilde eğitimle ilgili taleplerdedir. Hiç şüphesiz ülkemiz Selçuklu öncesi ve sonrası, Osmanlı bakiyesi olan etnik unsurları da barındırdığından dil zenginliği olan bir ülkedir. Ama asırlarca devam eden Osmanlı Türkçesinin kısıtlı da olsa devamı olan Türkçemiz ortak duygu ve düşüncelerin oluşması, tarih bilincinin oluşması ve muhafazası açısından ana gövdeyi oluşturmakta, çok dilli ve etnisiteli ABD’de İngilizcenin resmi ve ortak dil olması gibi Türkçenin de  ortak ve resmi bir dil olma özelliğini koruması gerekmektedir. Bölgesel ve mahalli diller konuşulan bölgelerde varlığını sürdürebileceği gibi Türkçenin ortak dil olma özelliği toplumsal var oluşumuz, açısından elzemdir. Bunun üzerinde tartışma yapmak başka niyetlerin olduğunu gösterir. 

Toplum olarak varoluşun diğer  önemli bir temeli de Dindir. İslam’ın birlik ve dirliğe yönelik mesajları, komşuluk ilişkilerinden insan haklarına, toplum düzenini ayakta tutan adalet prensibinden ferdi ve sosyal ahlak kurallarına varıncaya kadar ortaya koymuş olduğu prensipler varoluşun temel dinamikleridir. Ne var ki aynı dinin mensuplarının farklı yorumları, insanları ve özellikle Müslümanları bir arada güven ve huzur içinde yaşatmayı hedef edinen dini, birlik ve dirliği sağlayıcı değil de bölünüp parçalanmanın aracı haline getirmişlerdir.   Bugün İslam dünyasında Sünnilik ve Şiilik şeklinde ayrılan iki büyük gelenek ve onun içinde oluşan mezhepler, tarikat ve grupların mensupları İslam’ın birleştirici ve var edici gücünden yararlanacak yerde, parçalayıcı ve yok edici ne varsa onu sergilemekteler. İnsanı, her türlü canlıyı, çevreyi yaşatmayı ve ıslahı temel prensip olarak ortaya koyan İslam’ın değerleri yok olunca varoluşu mümkün kılan her türlü dinamik de kaybolmuştur. Bu boşlukları çok iyi çözümleyen oryantalistler, onların akıl hocalığı yaptığı batılı siyasiler, üst akıl sahipleri, İslam dünyasını ve ülkemizdeki bazı çevreleri parmaklarında oynatmaktadırlar.  Türkiye’de Alevilik ve Sünnilik adına hareket eden gruplar sürekli bir şekilde üst akıl sahiplerinin kullanmak için ilgi odağı olmuştur. Bu yazının sınırları belirli olduğu için burada detaylara giremiyorum. Yukarıda belirttiğim nedenlerden dolayı sağlam bir din öğretimi ve isteyenlere sağlam bir din eğitimi sosyal bütünlüğü sağlama açısından elzemdir. Bunun batıda örneklerini çokca görüyoruz. Son derece katı laik  olan Fransa da bile örneğin alsace-moselle bölgesinde  ilk öğretimde ve lisede din öğretimi zaruridir.  Daha bir ay önce İslam dini derslerinin de liselerde verilmesine imkân veren mevzuat onaylandı. Neden? Din insanların vaz geçilmez bir dayanağı, varoluş temeli, toplum entegrasyonunun çimentosu, birleştirici ve meşrulaştırıcı gücüdür. Onun için Türkiye’de geçen sene insan hakları mahkemesinde bir müracaat üzerine alınan karara dayalı olarak kimse din derslerinin okullardan kalkması saçmalığını savunmasın.  Okullarda öğretilen dinin mensubu olmasa bile o din hakkında bilgi edinmek toplumsal uzlaşma ve önyargılardan kurtulma açısından son derece önemli. Burada eğer üzerinde durulacaksa ve eleştirilecekse nasıl bir din öğretimi ve eğitimi olmalı? Konuları omlaıdır. Kanaatimi belirtmek gerekirse, din öğretimi dinin teolojik temel esasları yanında toplumsal yapımızı ve dünya gerçeklerini dikkate almaksızın yapılırsa dün ve bugün olduğu gibi kaosu körükleriz. Ayrıca bugün Türkiye’de din adına yaşananlarda din öğretimi ve eğitiminin ya da öğreticilerinin payı nedir? Bu sorunun cevabını toplum olarak, siyasiler olarak, üniversiteler olarak hep beraber düşünmeliyiz.

Toplumsal varoluşta diğer bir temel kültürdür. Kültür tarihten devraldıklarımızın yanında aynı zamanda kendi dönemimizde ihtiyaçlara göre ürettiğimiz, yol rehberi, anlam haritasıdır. Kültür emperyalizmine maruz kalmış bir ülkenin insanları olarak yol haritamız çok karışmıştır. Geleneğin ürettiği ve devrettiği kültürle modern dönemlerin bize sunduğu kültür arasındaki çatışmanın yaratmış olduğu ortam nesilleri birbirinden koparmakta, aynı ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırmaktadır. Toplum fertleri arasında oluşan mesafe bir türlü kapatılmadığından, toplumsal  bütünleşmeden gittikçe uzaklaşmalar yaşanmaktadır.  Geleneği tamamıyla dışlayan, dışlama mekanizmalarını işleten modern kültürden sonra gelen ve  küreselleşmenin keşif kolu olan postmodern kültür, her şeyi altüst etmiştir. Dayandığı, anlaşılır temel bir ilkesi yoktur; Ters yönelimleri bir araya getirir, her kafadan bir ses çıkar. Toplumun bir totalite veya mükemmel bir sistem olduğu fikri terk edildiğinden toplum fertleri düşünsel olarak her yöne savrulur. Bugün Türkiyede dindarından ateistine  farklı dğüşüncelerde olduğunu söyleyen insanların nerede durdukları, neye dayanıp, neyi baz aldıkları belli değil. Bir gün öyle bir gün böyle. Hem o, hem bu, ne o, ne bu arasında geliş-gidişleri yaşayan nesil bir yere tutunamamakta, kendisine de tutunulamamaktadır. Böyle bir ortamda toplumun bir bütün olarak devam etmesi mümkün görünmemektedir. Görünen manzarada dini, etnik, bölgesel, ideolojik ve sosyal farklılıkların öne çıkarılarak oluşturulan toplumsal yapıda küresel ekonomik sermayenin menfaatlerine uygun ne varsa hazırlamakta böylece arzulanan hedeflere ulaşılmaktadır.

Bu durum karşısında eyvah yağmur yağıyor deyip ıslanmanın anlamı yok. Yola gideceksek yağmur yağıyor diye bir yere sığınarak zaman kaybetmek te anlamsız. Öyleyse şemsiye bulup, yolumuza devam etmeliyiz. Küreselleşmenin postmodern söylem ya da kültürle yol açtığı zararlardan kurtulmak için şemsiye örneğinde olduğu gibi koruyucu tedbirlerle tarihsel alanda toplum olarak yolumuza devam etmeliyiz.

Bunun yolu, yeniden bir toplumsal muhayyile oluşturmaktır. Toplumsal muhayyile toplumsal hafızada korunan bütün değerleri ve imajları temsil etmektedir.  Bu bağlamda   toplumumuzun sosyal muhayyilesi İslam öncesi ve sonrasında üretilen tasavvurların, ideal ve ülkülerin oluşturduğu toplumsal özün tümünü içeren ölçüler, göstergeler, semboller, kanaatler ve inançlardan teşekkül etmektedir.  Başka bir deyişle siyasi şahsiyetler ve devlet büyüklerinden din ulularına, kahramanlardan gazi ve şehit olanlara, destanlardan mitik, mistik, sembolik olanlara, kısaca tarihî olarak geçmişte üretilenlerden bugüne kadar düşünsel ve sosyal eylem alanını belirleyici olarak üretilen “toplumsal hafıza”daki her şey sosyal muhayyilenin anlam sınırlarını belirlemektedir.

Öyleyse tarihe dönüp bakarak ve gelecek vizyonumuza uygun olarak akıl ve erdeme dayalı, ilmi öne çıkarırken irfanı ihmal etmeyen, ahlakı temel yapan ve onun üzerinde yükselmeyi şiar edeninen bir yapılanmaya gitmek gerekir. Toplumsal hafızamızda yer eden olumsuzlukları, önyargıları çıkararak onların yerine paylaşmayı, bir arada yaşamayı şiar edinen bir anlayışı oluşturmak ve sürdürmek elzemdir. Bunun için eğitim kurumlarından, sivil toplum kuruluşlarına, örgün ve yaygın eğitim vasıtalarıyla yeniden yapılanmanın temellerini, var olabilmek için savunma mekanizmalarını seferber etmek gerekir. Unutmayalım geleceği inşa etmek bugünden başlar. Bir şeyi inşa etmede temeller esastır. Temeli olmayan bina ayakta kalamaz.  Temelleri yoklamanın, yeniden kurmanın zamanı gelmedi mi? 

Prof. Dr. FAZLI ARABACI