GÖRÜNEN TEHLİKE VE BAZI ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

21.yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye, tarihte görülmemiş bir şekilde çok yönlü tehlikelerle karşı karşıyadır. Karşı karşıya olunan çok yönlü tehlikenin önemli bir saç ayağını oluşturan dini gruplar, din anlayışları ve buna bağlı yapılanmalar çok farklı yöntem ve tekniklerle Türkiye’miz aleyhine stratejik bir silah olarak kullanılmaktadır.

Yenidünya düzenine uygun projelerin gerçekleştirildiği bir zamanda  coğrafi konumu, demografik, sosyo-kültürel ve dini yapısına bağlı olarak yeniden stratejik değerlendirmelere konu olan Türkiye, dini içerikli yapılanmaların farklı şekillerde öne çıkarılmasıyla çok yönlü bir stratejinin uygulama alanına dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Bu bağlamda dini içerikli yapılanmalardan radikal olanlar ulusal ve uluslar arası bağlantılarla bir yandan zaman zaman iç güvenliği tehdit edici bir unsura dönüşürken, diğer yandan emperyal hedeflerin amaçlarına uygun olarak şekillendirilmek istenen Alevilik, yeni oluşturulmak istenen “Sünni olmayan dini azınlık”   durumuna getirilmek istenmektedir.    

Daha önceleri dini açıdan bu ve benzeri stratejik değerlendirmelerde takınılan tavırlara göre bazen ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklara sürüklenen, bazen etnik ve dini bölücülüğe varan yapay sorunlarla yüz yüze getirilen Türkiye,  ne yazık ki 21. yy.ın ilk çeyreğinde etnik bölücülüğün açtığı yaraların sarılması, çözüm arayışlarının olumlu sonuçlar vermeye başladığı bir aşamada    yeni  istikrarsızlık aracı olabilecek sorunlarla karşı karşıya bırakılmaktadır.  Bu sorunlardan birisi, en etkili ve tehlikelisinin  belirligüçler tarafından kontrol edilebilir istikrarsızlık aracı haline gelmesi ve  kullanılmasıdır.

Bu sorunun dışa vurumu, bir yandan terörü önceleyecek kadar yabancılaşmış olanlar için(Hizbullah, IŞİD türü) radikal dincilik adı altında, diğer yandan  İslam’ı, bilgiye dayalı değil, ideolojik ya da ılımlı kalıplarla yorumlayarak  kendilerine meşruiyet sağlayıcı uluslararası çevrelerin Türkiye’ye yönelik üstü örtülü projeleri çerçevesinde örgütlenmesi şeklinde ya da tarihsel süreç içerisinde farklı sosyo-ekonomik faktörlere dayalı olarak oluşan Aleviliği bir dini kimlik arayışına büründürerek    Türk toplumunu ve devletini zafiyete sürükleme faaliyeti şeklinde belirmektedir. Böyle bir kaotik ortamda AB uyum yasaları çerçevesinde kendilerine daha rahat bir faaliyet ortamı bulan dış mihraklı misyonerler ya da başka görevler adı altında misyonerlik yapanlar,  toplumumuzu bir arada tutan dini, tevhîdî değerleri akla gelmeyecek metotlarla altüst etmektedirler.

Tüketim kültürünün hâkim olduğu ve her şeyin kapitalist küresel sistemin devamlılığı uğruna tüketildiği bir çağda, büyük bir çoğunluğun sırf dini duygularını tatmin etme, inançlarının gereğini yerine getirme, içsel bir dinginliğe erme, bireysel ve toplumsal hayata yönelik manevi buhranların üstesinden gelme gibi  amaçlarla sarıldığı din gerçeği de ne yazık ki tüketilmekte, kullanılıp savrulan bir meta haline getirilmektedir. Postmodern söyleme dayalı tüketim kültürünü her geçen gün yaygınlaştıran etkin çevreler, ekonomik bağlamda pazar olarak belirlediği yerlerde postmodern tüketici kabileleri oluştururken, dini ve kültürel alanda kendi çıkarlarına uygun dini-etnik kabileleri üretmekte ya da mevcutları kendi lehine çevirmekte, teşvik etmekte ve desteklemektedirler.

Küresel yapılanmanın öncü gücü olarak kullanılan postmodern söylemin, çoğulcu istemleriyle parçalanan toplumsal bir yapıda kendi emelleri doğrultusunda yeniden yapılandırmayı hedefleyen aktörler, hakikatin birden fazlalığı tezleriyle gerçeği buharlaştırmakta, oluşturulan sisli ortamda her bir hakikat sahibini çarpıştırırken bu çarpışmalarda bir yandan (düşünsel, siyasi, ekonomik ve teknolojik alanda) ürettiklerini pazarlamakta,  diğer yandan aynı toplumun içinde mevcuda muhalif olanları destekleyerek kendilerine alternatif müşterileri hazırlamaktadırlar. Bu hazırlık aşamalarında halen mevcut olan ve meşruiyeti kendilerince kabul görmüş olanlar, söz konusu aktörlere kafa tuttuğunda, değişik metotlarla kirletilerek meşruiyet adına diğerleri devreye sokulmaktadır.

Bölgesel ve küresel düzeyde küreselleşme adına ülkemizde öne çıkarılan fakat bir stratejinin göstergesi olduğu gözlerden kaçmayan, misyonerlik faaliyetlerinin, dini kimlik arayışlarının ve sivil toplum kuruluşu olarak kendilerini takdim eden bazı dini yapılanmaların uluslararası bağlantıları dikkate alındığında meselenin boyutları ve derinliği ortaya çıkmaktadır.        

Nihai hedef olarak Türkiye’de toplumsal alanda postmodern söyleme dayalı yapay türde oluşturulan dini-etnik fay hatlarında zaman zaman artçı sarsıntılar oluşturulmak istenmekte, kısmen de başarılmakta ve bu sarsıntıların enkazından oluşturulacak parçalanmış bir toplum hedeflenmektedir.

Toplumsal yapımızı önce “kültürler mozayiği” ile tanımlayıp mevcut olan bütünleşmeyi dinamitleme girişimleri;   asırlarca bir arada yaşamış bu toplumun gerçekleriyle bağdaşmayan üretilmiş, yapay gerçekliklerdir. Çünkü Türk toplumu söylenildiği gibi mozaik değil, farklı etnik unsurlar ile tarihten günümüze dini, tarihi, sosyal, kültürel değerleriyle iç içe geçmiş, birbirinden kopmayacak şekilde kenetlenmiş alt kültürlerin Türk kimliği altında oluşturduğu bir gerçekliktir. Diğer bir ifadeyle Türk kimliği ırka, kabileye dayalı, etnik bir kimlik değil, tarih boyunca bir potada yoğrulan dini, tarihi geleneksel, mitik ve mistik öğelerle örülmüş bir sosyal muhayyilenin oluşturduğu kültürel bir kimliktir.

 Bu bağlamda ne dini ve tarihi değerlerde ne de sosyal, kültürel değerlerde toplumumuzun tılsımını bozacak içsel ve özsel bir problem bulunmamaktadır. Türkiye’deki problem Sevr’den bu yana emperyal hedeflere ulaşmak için dün çeşitli söylemlerle, bugün postmodern söylemlerle oluşturulan sun’i yapmacık toplumsal fay hatlarında gerçekleştirilmesi tasarlanan depremlerle yapılmak istenen tahribat neticesinde Türk toplumunu parçalama gayretleridir. Bu gayretler gerek dünya ölçeğinde gerekse bölgesel düzeyde küreselleşme adına yürütülen politikalarda, bu politikalara yön veren, meşruiyet kazandıran sözüm ona entelektüel faaliyetlerde, etnik ve dini kimlik arayışlarını körükleyen girişimlerde, kendine dışarıda meşruiyet arayan dini grupları sivil toplum örgütü adı altında harekete geçiren uluslararası etkin güçlerin faaliyetlerinde su yüzüne çıkmaktadır.

Türkiye üzerinde oynanan bu oyunlar ne yazık ki kendilerini sınırsızca özgür gören, dünya vatandaşı olarak niteleyen, vatansızlığın ne demek olduğunu yaşamayan ya da örneğini göremeyen omurgasızlar tarafından desteklenmiştir.

Anlaşılacağı üzere entelektüel alanda postmodern söylemin retoriğinde Türkiye üzerinde oyun oynayan küresel aktörler dün olduğu gibi bugün de siyasi anlamda Misak-ı Milli ile çizili sınırlar içinde fakat kültürel anlamda sınırlar ötesine taşan coğrafyamızı kaosa dönüştürmek için ülke içinde başardıklarını içerde, yapamadıklarını dışarıda hazırlayarak ülkemizi değişik yönlerden etkilemeye çalışmaktadırlar.

Türkiye’mizin Misak-ı Milli ile çizilen sınırları coğrafi-mekânsal bütünlüğümüzü garantilerken, kültürel coğrafyamız gönül dünyalarımızdaki bütünlüğü perçinlemektedir. Milli kültüre rengini veren bölgesel kültürler Türkiye’nin bir zenginliği, tarihten bugüne kadar bir arada yaşamanın en nadir örneklerini sunan göstergeleri olmaktadır. Ne var ki Osmanlının külleri üzerinde, Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında elele, sırt sırta vererek mücadele eden toplumumuzun üyeleri, gerek dünya genelinde gerekse bölgesel düzeyde birbirleriyle rekabet halinde olan küreselleşmenin aktörleri tarafından dini, etnik ve kültürel çoğulculuk adına harekete geçirilmekte, ülkemiz birileri tarafından kontrol edilebilir istikrarsızlık alanına çekilmektedir. Bu bağlamda kültürün temel elemanlarından biri olan din ayrıştırıcı bir özelliğe büründürülerek bütünlüğümüzü tehdit eder hale getirilmektedir. Bu durum ülkemiz üzerinde emelleri olan küresel güçlere değişik açılardan imkân sağlamakta, yeteneklerini artırmaktadır.

            Peki, özünde toplumsal bünyeyi birleştirici ve bütünleştirici bir özelliğe sahip olan din nasıl olup ta parçalanmanın, bölünmenin sebebi olmaktadır?

Hepimiz biliyoruz ki Türk toplumu dinin özünden gelmeyen ama sosyolojik olarak oluşmuş, tarihten miras aldığı dini farklılaşmalara sahiptir. Ne var ki bu farklılaşmalar tarihi süreçte birer zenginlik olarak değerlendirilirken günümüzde hem içerden hem de dışarıdan ayrışmanın odağı haline getirilmek istenmektedir.

Bu bağlamda Türkiye’de etnik bölücülüğün kışkırtıldığı bölge de dâhil olmak üzere Çorumdan Sivas’a oradan Yemene kadar uzanan bir alanda Şia’nın jeopolitiğini oluşturma teşebbüsleri[1] son derece anlamlı görünmektedir. Bu haritada yer alan bölgeler aynı zamanda petrol yataklarının zengin olduğu yerlerdir.  Söz konusu haritayı incelediğimizde bir takım saptırmaların ve düzmecelerin olduğunu görüyoruz. Öncelikle Türkiye sınırları içinde gösterilen yerlerde dini açıdan Şia’ya mensup bir  vatandaşın yaşadığı söylenemez. Türkiye’de, bu bölgelerde tarihi olarak da Şiilik hiçbir zaman var olmamıştır. Söz konusu bölgelerde belirli sayıda, kendi aralarında farklılık içeren ve kendilerini alevi olarak niteleyen özbe öz Türkmen vatandaşlar yaşamaktadır. Bunlar kendilerini İran ve Yemen gibi ülkelerde mevcut bulunan Şia’dan tamamıyla ayırt etmekte ve bu tür benzetmelere karşı son derece tepki duymaktadırlar. Durum böyle olmakla birlikte Batı kökenli jeopolitik değerlendirmelerin yanında bazı komşu ülkelerin etkisiyle Türkiye Aleviliği ve Alevilerini Şia içerisinde göstermeler ya da ona doğru yönlendirmeler müşahede edilmektedir.

 Diğer yandan Türkiye Aleviliği ve alevileri üzerine bilinçli bilinçsiz yazılı ve görsel medyada, çeşitli entelektüel ve akademik çevrelerde spekülatif açıklamalar, ideolojik nitelemeler, Aleviliği ve Alevileri İslam dışı göstermeler yapılmakta, özellikle global ve bölgesel düzeydeki küreselleşmenin parçalayıcı mantığına uygun olarak Türkiye’de bir tür alevi kimliği oluşturmanın her yolu denenmektedir.

Parçalanmış bir Türkiye her zaman küresel aktörlerin lehine olacağından Türkiye’deki Alevilik olgusu (spekülatif olarak ayrı bir din, mezhep gibi ayrıştırıcı nitelemelerle tanımlanırsa) stratejik hesaplara konu olacaktır. Bunu en iyi kanıtı yukarıda Şia’nın jeopolitiği adı altında yapılan bir çalışmadır. Söz konusu harita aynı zamanda etnik bölücülüğün yaşandığı bölgeyi gösterirken ileriki zamanlarda devreye sokulabilecek B planında hangi stratejinin uygulanacağına ilişkin de bir kanıt olmaktadır. Hedef, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde oluşturulan milli birliği parçalamak ve ekonomik, siyasi, askeri menfaatler ve geleceğe yönelik stratejik planların uygulanması için dışarıdan kontrol edilebilir istikrarsızlık alanları oluşturmaktır.

Bu bağlamda ekonomik menfaatler uğruna son derece masum duygularla benimsenmiş bir din anlayışı olan Aleviliğin Bergama’da üç Tahtacı- Alevi-Çepni köyü (Tepeköy, Narlıca ve Pınarköy) örneğinde siyanürle altın çıkarmayı protesto etme eylemlerinde nasıl kullanıldığı bilinmektedir.  Gerçekleştirilen bu gösterilerin “tüm evrelerinde asıl olan bilgilendirme değil, ajitasyon ve provakasyonun olması(…), gösteriler süresince kullanılacak tüm sloganların, çevreciliğe, yabancı sermayeye karşı duyarlılığı fazla olan sosyalist, anarşist, nasyonal sol kesimin rahatça sahipleneceği söylemlerden seçilmesi gereklidir(…), Anti emperyalizm ve yabancı sermaye düşmanlığı bu söylemlerin merkezinde yer almalıdır…” şeklinde talimatlarla beslenmesi belirli amaçları sergilemektedir.

Bir dost ülkenin “Türkiye’de Altın Konsepti”nde yer alan talimatlarında  geçen bu ifadelerin hangi amaçlara matuf olduğu şu satırlarda daha iyi anlaşılmaktadır. “Bölgede ekonomik ve siyasal istikrarsızlığını koruyan ve sürdüren bir Türkiye, Almanya açısından yaşamsal önem taşımaktadır. Mevcut statükoyu değiştirebilecek tüm gelişmeler “tehdit” ve “risk” olarak algılanmalı ve önlem senaryoları hazırlanarak en pratik ve rasyonel biçimde uygulamaya konulmalıdır[2].

            Bu tür değerlendirmeler Türkiye’de Din’in nasıl yorumlanırsa yorumlansın, nasıl yaşanırsa yaşansın her halükarda stratejik hesaplara konu olduğunu ve olacağını göstermektedir. Nitekim son AB raporlarında Türkiye’de Alevi olan vatandaşlarımızın, dindaşlarımızın “Sünni olmayan Alevi azınlık” olarak gösterilmesi planlanan bir stratejinin göstergesi olarak belirmektedir.

Bu göstergelerden de anlaşılacağı üzere Dinin muhatabı olan ve onu pratik hayata aktaran insanın belirli bir coğrafi, sosyal ve kültürel ortamda yaşaması ve yaşadığı coğrafyanın jeopolitik, jeostratejik değerlendirmelerden ve yorumlardan bağımsız kalmaması,  küresel güçlerin coğrafyalara dayalı politikalarının yönlendirdiği eylem tarzı olan stratejilerle dinin ilişkisini ortaya koymakta,  bu durum dini, benimsendiği, yaşandığı toplum üzerinde geliştirilen stratejilere konu yapmaktadır.

Ne var ki dinin bu tür stratejilere konu yapılması içerde mevcut olan boşluklardan, bazılarına bilinçsizce sağlanan imkânlardan kaynaklanmaktadır.  Bunun için dine ilişkin bazı gerçekleri, bu çalışmanın okunan satırlara kadar gelinen ilgili bölümlerinde yer verilen hususları Alevisi ve Sünnisiyle bilmemizde yarar vardır.

Tarihte emperyal hedeflere konu olan ülkeler, teknik ve mekanik güce bağlı çok yönlü işgallerle bağımlı hale getirilirken, hiçbir zaman askeri güçle yenilgiye uğratılamayan Türk toplumu ekonomik, siyasi, kültürel ve dini yönlerden zafiyete uğratılarak bağımlı hale getirilmek istenmiş ve hâlâ istenmektedir. Bu zafiyetleri oluşturacak her türlü tezgâh içerden ve dışarıdan kurulurken, sosyal içerikli olanlar insan hakları, demokrasi ve özgürlüklerin sağlanması adına kamufle edilmektedir.

Din anlayışları adına yeni kimlik oluşturmak isteyenler, dünyaya anlam verirken,   kavram ve sembollere kendilerinin benimsediği tek anlamı yükleyerek farklı anlamların üretilebileceği sembolün anlam alanını daraltıp, bir yandan diğer anlamlarla(bu anlamları benimseyenlerle) aralarında sınır çizmekte başka bir yönden dini sembollerin anlamlarını tüketerek düşüncenin önünü tıkamaktadırlar.

Düşünsel olarak statik bir duruşu sergileyen bu anlayış, sosyolojik görünümüyle moderne meylederken yaralı bir bilincin göstergesi olmaktadır. Bu nedenle farklı tanımlamalara konu olan dini-etnik yapılanmalar modernitenin baskın etkisi karşısında kendini hapsettiği “düşünülemeyenler ve düşünülmek istenilmeyenler” alanından kurtaracak yerde, kendisinden kaçtığı modernliğin bir devamı olan postmodern söylemlere sığınarak çelişkiler içinde var olmaya çalışmaktadırlar. Ne var ki bu var oluş, kendisini korumak isterken kendinden kaçışı, bir mülteci olarak yâd ellere(Avrupa ve okyanus ötelerine) sığınmayı dayatırken, kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejilerine araç olmaya mahkûm kılmaktadır.

            Sömürgeleştirilmiş İslam ülkelerinin bağımsızlık hareketlerini motive etmede çeşitli metotlarla dile getirilen radikal dini söylemlerin, bağımsızlık hareketlerinden sonra güdümlü rejimlere karşı eyleme dönüşmesi, bir yandan İslam ülkelerinde sancılı dönemleri başlatırken, diğer yandan birbirine muhalif ülkelerin ajanlarınca kullanılabilecek uluslararası eylemcilerin oluşumuna imkân sağlamıştır. Düşünsel olarak entelektüel bir üretime değil, ideolojik ve sloganik kalıplara dayalı, siyasi içerikli olmakla birlikte dini retorikle sunulan radikal söylem ortaya çıkış nedenini haklı gösterecek (sömürgecilere karşı ya da onların kontrolünde olan yöneticilere karşı olma gibi) hangi sebebe sarılırsa sarılsın bulunduğu toplumda sıra dışı kalırken aynı zamanda kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejilerine malzeme olmuştur.

  Oysa İslam’ın özü her şeyin orta yolunu dikkate aldığından ne ifrata ne de tefrite yer vermiştir. Onu aşırı yapan da ılımlı yapan da eksik yapanda onun üzerinden hesap yapanlardır. Türkiye’de Radikal İslam üzerinden yapılan hesaplar tamamlanmış şu anda kenara çekilmiş, amaca ulaşılmış, ılımlı islam denenmiş son zamanlarda Türkiye’de ciddi istikrarsızların aracı haline getirilmiştir. Uzun zamanlardan beri devrede olan zaman zaman faklı şekillerde değişik platformlarda gündeme getirilen Alevilikkonusu yakın dönemlerde şayet çözüm süreci olumlu sonuç verirse çok ateşli bir şekilde devreye sokulacaktır. Bunun için her türlü dini, siyasi, ulusal ve uluslararası hazırlıklar da yapılmaktadır.   

 Türkiye’nin güven içinde olması bu ülkede yaşayan sağduyu sahibi herkesin arzusu ve beklentisidir. Ne var ki, bu ülke insanlarının birlikteliğini sağlamada önemli bir rol oynayan dinin,  temel referans kaynaklarına, toplumsal gerçekliklerimize dayalı olarak değil de bir takım iç ve dış oluşumların amaçlarına uygun olarak şekillen(diril)mesi, örgütlen(diril)mesi   zihinlerde farklı endişeleri uyandırmaktadır. Bu endişelerle Türkiye’de din alanında olup bitenleri değerlendirenler, dinin Türkiye’de oluşturulmak istenen sürdürülebilir istikrarsızlığı devam ettirmede bir araç olarak kullanıldığını rahatlıkla görebileceklerdir.

Bilindiği üzere Soğuk Savaş´ın sona ermesiyle birlikte, dünya sistemi büyük değişimler yaşamış, bu sebeple ortaya yeni teoriler çıkmıştır. Daha önceki teorilerde jeopolitik durum öne çıkarılarak buna bağlı unsurlar üzerinden stratejiler geliştirilirken küreselleşme süreciyle jeopolitiğin beşeri unsurlarından olan din ve kültür üzerinden, bize göre yeni olan ve dikkate alınması gereken teopolitik üzerinden, coğrafyalara müdahale edilme stratejileri geliştirilmeye başlanmıştır.  Samuel Huntington´un, “Medeniyetler Çatışması”, Fukuyama´nın ´Tarihin Sonu” ve Zbignew Brezinski´nin “Büyük Satranç Tahtası” teorileri bu bağlamda değerlendirilebilir.

Bu değerlendirmelere geçmeden önce teopolitik kavramının anlam alanı ve sınırları üzerinde bazı hususları paylaşmakta yarar görmekteyim.

Jeopolitik kavramının işaret ettiği gerçekliğin unsurları arasında yer alan dinin, bağlı olduğu jeopolitiğin coğrafi sınırlarının dışına taşması, belirli bir jeopolitiğin sınırları içinde ve dışında kendisiyle ulusal ve uluslararası siyasete yön verilmesi, bölgesel ya da küresel düzeyde stratejilere konu olması, kısaca ulusal ve uluslararası siyasette fiziki coğrafyanın yerine dini coğrafyanın geçmesi yeni bir kavramı, teopolitik kavramını devreye sokmaktadır.

Burada kullandığımız teopolitik kavramı dinin referans alınarak kendisiyle siyasetin yapıldığı bir eyleme işaret etmez. Her hangi bir dine göre şekillenmiş toplumun, üzerinde yaşadığı coğrafyada ve onu aşan diğer coğrafi alanlarda dini olarak şekillenen harita üzerinde siyasete yön vermesine göndermede bulunur.

Kendisi üzerinde üretilen “Dinlerin ve medeniyetlerin çatışması” gibi  teorilerden,   küresel alanda İslam’ın yeri ve rolünden, dini inanca dayalı olarak hedeflenen ve gerçekleşmesi için yayılmacı bir politika izlenen “arzı mev’ud”dan söz ediliyorsa, bu, dinin ulusal ve uluslar arası siyasete verdiği yöne işaret etmektedir. Bu durumda nasıl ki jeopolitik coğrafyanın siyasi yorumu oluyorsa, teopolitik te dini coğrafyanın siyasi yorumu olmaktadır.   Bu bağlamda teorik olarak İslam’ın jeopolitiğine ilişkin yazılan makale ve kitaplar örneğin daha önce andığımız Thual’ın geliştirdiği “Şia’nın jeopolitiği”aslında bir teopolitik olarak değerlendirilmelidir.    

Uluslararası ilişkilerde özel gerçeklikler önemli bir boyutu teşkil etmektedir. Nitekim dini grupların ve inanç sistemlerinin, teşkilatlanmış dini örgüt ve yapılanmaların küresel ve bölgesel düzeyde gerçekleştirilmek istenen yeniden yapılanma girişimlerinde denge unsuru haline gelmesi ya da belirli bir dengeyi oluşturmak için kullanılması bunu göstermektedir.   Türkiye’nin etrafında mevcut bulunan Güney Kıbrıs’tan Rusya’ya kadar uzanan Ortodoks yarı çemberinin pekiştirilmek ve bir güç haline dönüştürülmek üzere Fener Rum Patriğine ekümenik sıfatını verme dayatmaları, AB ve ABD’nin bu dayatmalarına karşılık Rusya’nın karşıt girişimleri örnek olarak gösterilebilir.   

Jeopolitik alanın genişliği, üzerinde strateji geliştirilen coğrafyanın büyüklüğünü ortaya koyarken, bu coğrafyada mevcut kültürler ve dinler üzerinde geliştirilen teopolitik ve buna bağlı stratejiler uluslararası siyasetin derinliğini gösterir. Küresel güçler bir yandan jeopolitik alanı genişletirken diğer yandan teopolitikle aynı alan üzerinde derinlemesine etkinliklerde bulunmaktadır.Burada yeri gelmişken hemen belirtmek gerekirse  ABD’nin  belirlediği jeopolitik hedeflerin güvenliğini sağlayacak her türlü imkanlara ulaştığı ve jeopolitik olarak kontrol edilmesi gereken tüm noktalarda üslerinin konuşlandığını ve savaş uçak gemilerinin demirlendiğini söylemek mümkündür. ABD içinartık önemli olan belirlenmiş jeopolitik hedefleri, coğrafyaları derinliğine yani teopolitik ve jeokültürel olarak kontrol etmektir.

 Teopolitiğin işaret ettiği dini sınırlar, kendi coğrafyasını aşan dini yapılanmalar, dinin uluslar arası siyasi dengelerde oynadığı rolü ortaya koymaktadır.  Tam bu noktada fiziki coğrafya ile dini coğrafyanın çakıştığı ya da fiziki coğrafyanın dini coğrafya tarafından aşıldığı bölgelerde kısmi ya da bütün olarak jeostratejiler ve teostratejiler geliştirilmekte din ve o dine mensup olanların uygun olanları ya da özel seçilip eğitilenleri,  belirli bir jeopolitiğin ya da teopolitiğin gerçekleşmesinde stratejik olarak kullanılmaktadır.

Bilindiği üzere strateji askeri bir kavramdır. Ancak bu kavram artık askeri alanın dışına taşıp, ekonomiden siyasete birçok alanda kullanılmaya başlamıştır. Bu kullanımlarda strateji kavramı belirlenen hedefe ulaşmak için çeşitli araçların ve kaynakların devreye sokulmasına işaret etmektedir. İşte din, dine ait yorumlar, dindarlar, dindarların oluşturduğu yapılanmalar dün olduğu gibi küreselleşme sürecinde oldukça ince ayarlı, gelişmiş yöntem ve tekniklerle ulusal ve uluslararası siyasetin gerçekleşmesinde bir araç olarak kullanılırken stratejinin konusu olmaktadır. Diğer yandan bizzat dini organizasyonlar, kiliseler, dini cemaatler de kendilerine yer edinme, meşruiyet kazanma ve uluslararası etkinliklerde bulunmak amacıyla kendilerine özgü stratejiler geliştirirken dini, stratejinin konusu yapmaktadırlar. Böylece ulusal ve uluslararası siyasetin aktörleriyle herhangi bir din, kilise ve cemaatin önder ve aktörleri zaman zaman aynı stratejilerle örtüşerek ya da karşıt stratejilerle ulusal ve uluslar arası siyaseti etkilemektedirler.  

Herhangi bir devletin belirlediği stratejileri hazırlama ve gerçekleştirme esnasında dinin kutsallığını kullanarak toplumu kontrol etmeye yönelmiş, bağlı olduğu devletin kontrolünden bağımsız olarak hareket etmeyi hedefleyen ve meşruiyetini dışarıda aramaya yeltenen dini cemaat ve grupları dikkate alması teostrateji kavramına davetiye çıkarmaktadır. Bu çerçevede jeopolitikte jeostratejinin yeri ne ise, teostratejinin yeri de teopolitikte o olmaktadır.   Jeostrateji, jeopolitik değerlendirme ve yorumlara göre geliştirilen, üretilen hareket tarzları ya da bunlar arasından seçilen birinin uygulanmasını nitelerken, teostrateji, belirli bir dini coğrafyayı oluşturan teopolitik alanda mevcut din, dine ait yorumlar, dindarlar, dindarların oluşturduğu yapılanmalara ilişkin geliştirilen, üretilen hareket tarzları, bu hareket tarzlarından birinin ya da bir kaçının farklı yöntemlerle uygulamaya konulmasını içermektedir.

Teostrateji hedeflenen ülke ya da ülkelerde mevcut bulunan dini yorumların, oluşumların incelenerek belirlenen amaçlar çerçevesinde yönlendirilmesi, araç olarak kullanılmasıdır.  Aşağıda vereceğimiz örnekler bu kullanımı daha da açıklar mahiyettedir.

1946’larda W.C.Bullit’in ortaya koyduğu soğuk savaş kuramına göre Tanrıtanımaz komünizme karşı bölgesel dini federasyonlar vardı. Bunlar Avrupa’da Hıristiyanlık, Orta Doğuda Müslümanlık, Asya’da Konfüçyanizm üzerine kurulan federasyonlardı. Sovyetler yıkıldıktan sonra bu bölgesel federasyonlar tek dünya federasyonu için eritilecekti.. Hungtinton’ın Medeniyetlerin çatışması teorisi işte tam bu dönemde devreye girdi. Bu teoriye göre soğuk savaş döneminde sağlanan imkânlarla gelişip organize olan dini birliktelikler, dini bilinç ve kimlik, milli kimlikle kaynaşan dini inançlar çatış(tırıl)arak eritilecektir. Bugün çok kültürlülük,   dini çoğulculuk, çok hukukluluk adı altında yapılıp edilenleri başka türlü izah etmek hedef şaşırmaktan başka bir şey değildir. 

Hungtinton Medeniyetler çatışması teorisini daha önce ileri sürdüğü “Demokrasilerin Yönetilemezliği” tezini dikkate almadan üzerinde fikir beyan etmek ya da yorum yapmak yanlışlığa sevk edecektir. Bu tezde Hungtinton ABD’nin düşmanını ararken geliştirmiş olduğu medeniyetler çatışması teorisinde hedefi belirlemekte ve oluşturulacak stratejilerin ana temalarını ortaya koymaktadır. Demokrasilerin Yönetilemezliği tezine göre “ABD kendisini hep bir düşmana bakarak tanımlamıştır. Kuruluşundan beri kendini tanımlamada hep düşmanını kullanmıştır. 19. yy.da ABD için düşman monarşik Avrupa olurken, 20. yy.ın başından ikinci yarısına girene kadar Nasyonalist sosyalist Almanya düşman olarak görülmüş, kendisini ona göre tanımlamıştır. Daha sonra komünist Avrupa ve Sovyetler Birliği ABD’nin düşmanı olmuştur. Sovyetlerin dağılmasından sonra ise şimdi kim ve ne? Soruları gündeme gelmektedir. Hungtinton, nasıl ki Sovyetleri bir arada tutan komünist ideoloji ise bizi bir arada tutan liberal ideolojidir. Eğer liberal ideoloji karşısına koyacak bir düşmanımız olmazsa, bizim de gideceğimiz yer, tarihe gömülen Sovyetlerin yanındaki çöplüktür” diyor.

İşte “medeniyetler çatışması” teorisi bu arayışın ürünü ya da belirlenen düşman üzerinden yürütülecek politikanın dışa vurumudur. Bu teoriye göre düşman bulunmuş, geliştirilecek stratejilerin ana hatları ortaya çıkmıştır.

Hungtinton’un medeniyetler arası çatışma teorisini The National Intelligence Council (NIC)  adlı raporla beraber okuduğumuzda bunun nasıl bir teopolitik olduğunu ve ne tür stratejileri geliştirmeye açık olduğunu rahatlıkla görebiliriz.

2020’lerde dünyada gerçekleştirilmesi düşünülen bir devrimin gerçekleşme ihtimalini güçlendiren The National Intelligence Council (NIC)  adlı raporda, gelecek 15 yıl içinde insanların kendilerini tanımlama açısından dini kimliğin çok daha önemli olacağı belirmektedir.[3] Amerikalılar bu bakış açılarını sadece İslam’a özgü olarak değil, aynı zamanda Çin’de Hıristiyanlığın yayılacağını ve Batı dışı dünyada Hıristiyanlığın ağırlığının artacağını, farklı geleneklerde dini eylemlerin tırmanışa geçeceğini öngörüyorlar[4] denmektedir.

Belirli hazırlıkların yapıldığı ya da mevcut durumların stratejik olarak değerlendirmeye alındığını ele veren bu öngörü raporundan yaklaşık onüç yıl önce Hungtinton’un medeniyetler çatışması teorisi mikro düzeyde din, etniklik ve kimlik üzerine kurulurken,  makro düzeyde bunların her üçü üzerinde ama daha çok dinin etkin olduğu şekilde medeniyetlerin farklılığı üzerine kurulmuştur.

Gelecekte dünyanın şekillenmesinde yedi ya da sekiz medeniyetin (Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika) etkili olacağını, mücadelenin bu medeniyetler arasındaki fay kırıkları boyunca gerçekleşeceğini söyleyen Hungtinton, bu fayları oluşturan öğelerin tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühiminin din olduğunun altını çizmektedir. Uluslararası politikalara yön veren Hungtinton gibi stratejistin ifadelerinin bize göre söylediği şudur:  Soğuk savaş öncesi oluşturulan modern dönem jeopolitikler üzerinden etkin siyaset ve stratejiler yerini teopolitik üzerine kurulu siyaset ve stratejilere bırakmalıdır. Nitekim teopolitik, doksanlı yıllardan beri yukarıda zikredilen raporda da ifade edildiği üzere daha etkin bir şekilde üzerinde siyaset ve strateji geliştirilen alanlardan biri olmuştur ve olmaya devam edeceği anlaşılmaktadır.

Hungtinton “insanlar kimliklerini etnik ve dini terimlerle tanımladıkça farklı din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirlerine karşı bir ‘biz’ ve ‘onlar’ ilişkisinin var olduğunu muhtemelen göreceklerdir”[5]  derkenmedeniyetler arası çatışmada mücadelenin farklı nedenlere bağlı değişik kültürlerden olan insanların bir arada bulunmalarındaki etkileşimlerle kendi tarihlerinin derinliklerine ve mensup oldukları medeniyetlerinin şuuruna varmalarıyla gerçekleşeceğini söylemektedir.

Dünya çapındaki sosyal değişme ve ekonomik modernleşme süreçlerinin insanları kendi kimliklerinden kopardığı ve bunların aynı zamanda milli devletleri zayıflattığı üzerinde duran Hungtinton, oluşan boşluğu doldurmak için dini fundamantalizmin devreye gireceğini ve çoğu defa fundamantalist akımların oluşacağını vurgulamaktadır. Son zamanlarda Suriye ve Irakta Müslüman kanı akıtan IŞİD bunun bariz örneğidir.  1993’lü yıllarda mikro düzeyde milliyetçiliğin devreye sokularak toplum fertlerinin ulusal kimliklerinden koparılacağının, Alevilik gibi ülkemizde yer alan dini inanç biçimlerinin kimlik oluşturmanın aracı olacağının, Afganistan gibi hedeflenen ülkelerde radikal dinci akımların oluşturularak teröre bulaştırılıp, müdahale etmenin gerekçesini teşkil edeceğinin fısıltıları olan bu vurguların gerçekliği bugünlerde ayan beyan ortadadır.  

Siyasi ve ekonomik olanlara nispetle daha az değişme eğilimi gösteren kültürel özellik ve farklılıkların uyuşma ve ayrışmalarının da bu yüzden onlara göre daha kolay olduğunu vurgulayan Hungtinton, eski Sovyetlerdeki komünistlerin demokrat, zengin ve fakir olduklarını fakat Rusların Estonyalı veya Azerilerin Ermeni olmadıklarını söyleyerek kimliğin belirleyici unsurlarına göndermede bulunmaktadır. Sınıf ve ideoloji mücadelesindeki “sen ne taraftasın” sorusunun yerini “sen nesin” sorusu almıştır diyerek bunun bir veri olduğunu, değiştirilemeyeceğini vurgulamaktadır. Dinin etniklikten daha fazla bir ayrım yaptığını özellikle belirten Hungtinton, izlenmesi gereken stratejinin, yani teostratejinin adını koymaktadır[6].

Hungtinton’un medeniyetler çatışması teorisi baştan sonuna kadar verili teokültür üzerine kurulu teopolitiğin stratejilerini ele vermektedir.

Türkiye’yi en derin biçimde bölünük bir ülke olarak niteleyen Hungtinton[7] gelecekte insanların kendilerini medeniyete göre tefrik ettikçe (medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi din yoluyla farklılaşırlar diyerek[8] Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi farklı medeniyetlere mensup çok sayıda kavmi bünyesinde barındıran ülkelerin parçalanmaya namzet olduğunu söylemektedir. Buna ilaveten diğer bir kısım ülkeler ki ona göre en aşikare prototip Türkiye’dir, vasat seviyede kültürel bir tecanüse sahiptirler fakat toplumları hangi medeniyete mensup oldukları konusunda bölünmüşlerdir[9].

1993’lerde dile getirilen ve kehaneti içeren demeyeceğim, bir projenin dışa vurumu olan, bu ifadeler Türkiye’nin bölünmesi konusunda bugüne kadar yapılıp edilenlerle beraber değerlendirildiğinde Hungtinton’un bir teopolitik ve buna bağlı stratejiler zincirinin halkalarını sıraladığı anlaşılacaktır.

Milli devletin oluşturduğu toplumsal uzlaşmanın ve bütünleşmenin tılsımını bozmak için bizi sözüm ona tarihle barıştırmak isteyen Hungtinton, 1997’de Sermaye Piyasası Kurulunda vermiş olduğu konferansta kendisine Türkiye’deki demokrasiye ilişkin yöneltilen bir soru üzerine akademik bir mütevazîlik(!) sergileyerek buyurur ki: Ben bir Osmanlı tarihçisi değilim. Fakat benim intibaım o ki, Osmanlı imparatorluğu bütün düzenlemeleri kendisi oluşturmadı. İmparatorlukta çok sayıda etnik ve dini grup özerk bir yapıda, kültürlerini ve dinlerini koruyacakları şekilde kendi kendilerini yönettiler. Ve bana öyle geliyor ki belki de zamanın o bölümüne farklı bir gözle bakmalıyız. Bütün mesele bir bütünlüğe sahip olan devletlerimiz olduğu imajından uzaklaşmak, söylediğim gibi, daha esnek düzenlemeler geliştirmemiz gerektiğidir[10] Dini ve kültürel çoğulculuk düşüncesinden hareketle Türkiye’de çok hukukluğu savunanların Türkiye’yi götürmek istedikleri noktada birleştikleri anlaşılan Hungtinton’un kimlere akıl hocalığı yaptığı ya da kimlerin düşünceler ile örtüştüğü ortaya çıkmaktadır.

Bu niyeti daha da açığa vuran şu ifadeleri okuduğumuzda meselenin etnik boyutu da ortaya çıkmaktadır. “farklı bir kimliğe sahip ve kendilerine ait bir bölgede yaşayan insanlarımız varsa ve komşu ülkelerin sınır topraklarında aynı kimliğe sahip insanlar yaşıyorsa sonunda daha da çözülemez hal alır. Bu durumda pek te bir şey yapılamaz. Buna göre böyle sorunların çözümüne yönelik daha fazla işe yarar siyasal ve anayasal düzenlemeler içeren çalışmalara küresel ihtiyaç duyulmaktadır[11]”.

Küresel politikalara uygun olarak geliştirilen kültürler ve medeniyetler çatışması stratejisinin Türkiye ayağında çeyrek asırdır yapılan faaliyetlerin geleceği son noktayı haber veriyor Hungtinton. Amerikalı bir subayın İtalya’daki NATO karargâhında ifşa ettiği haritanın sınırlarıyla Hungtinton’un Türkiye’nin Güneydoğusunda inşa edilmek istenen yapay devletle“komşu ülkelerin sınır topraklarında aynı kimliğe sahip insanlar yaşıyorsa sorun daha da çözülmez hal alır” ifadesi örtüşmektedir.  Türkiye tıpkı Irak’ta yapıldığı üzere orta vadede bölünmeye doğru sürüklenerek federatif bir yapıya kaydırılmak istenmektedir. Irakta etnik ve dini olan(sünni, şii, kürt)  bölünmenin benzeri Türkiye’de(Sünni- Alevi, Türk-Kürt şeklinde) hazırlanmaya çalışılmaktadır. İkisi arasındaki yöntem farkı birinde fiili müdahale diğerinde zihni müdahaledir.

Medeniyetler arası çatışmanın nasıl önlenebileceğini Türkiye örneğinde değerlendiren Hungtinton, Küresel güç politikasına uygun olarak geliştirilen planların haberini vermekte ve dine gerekli stratejik işlevi yüklemektedir. Batı medeniyet havzasında bulunanların 3–4 yüzyıl savaştıklarını, artık onlar için savaşın düşünülmeyecek bir şey olduğunu(çünkü Batı Avrupa Küresel merkeze bağlanmıştır) ancak İslam medeniyetinin “savaşan devlet aşamasında” olduğunu söylemektedir.

Bu bilgiler ışığında genelde dünyada, örneğin müdahale sonrası Irak’ın dini ve etnik olarak nasıl üçe bölündüğünü ve özelde Türkiye’de ve Türk cumhuriyetlerinde misyonerlik faaliyetlerinin niçin hızlandırıldığını,   Türkiye’de alevi-sünni ayrımının niçin bir kimlik arayışına dönüştürüldüğünü  anlamak sanırız zor olmayacaktır. 

Medeniyetler ve kültürler arası çatışmanın olacağı iddia edilen toplumlarda (örneğin Türkiye’de) bir yandan göstermelik  dinler arası diyalog söylemleri ve eylemleri, etkinlikleri gerçekleştirilirken toplumun ayakta kalmasını sağlayan tüm unsurlar birbirinden koparılmakta, belirli bir kültür ve medeniyete bağlı olarak kurulan toplumsal yapı postmodern düşüncenin büyülü ve gündelik cazibeleriyle kurgulanan, hayal edilen mikro düzeydeki hakikatlerle erozyona uğratılmaktadır.

Bu girişimler, tek kutuplu küresel dünyanın kurulmasına yönelik olarak, iletişim ağlarının sağlamış olduğu imkânlarla bir yandan büyük anlatıların sona erdiği, ideolojilerin dini ve kültürel inançların, bütünlüklerin krize girdiği tezini kanıtlamaya çalışan düşünce grupları ve bilgi cemaatleriyle işletilmektedir. Diğer yandan her kültür ve inancın kendi hakikati içinde tutarlı ve anlamlı olduğu tezini ileri sürerek(ileri sürdükleri tezle çelişir biçimde) tek merkezli dünyanın efendilerine itaatkâr postmodern kabileler üretmenin dini, fikri, siyasi temelleri oluşturulmaktadır.

NE YAPMALI ?

Türkiye’de din hizmeti veren sivil-resmi din adamları, sözünü ettiğimiz stratejilerden haberdar edilmedikçe, bunlar kendilerine hizmet içi eğitimlerle anlatılmadıkça bilerek ya da bilmeyerek bu stratejilerin nesnesi olacaklardır. Türkiye’de bir yandan bu tür hizmet içi eğitimlerle din görevlileri bilinçlendirilirken, üzerinde sürekli oynanan, suistimal edilen, siyasete malzeme yapılan din öğretimi yeniden ele alınmalı ve ülkemizin, cumhuriyetimizin geleceğini inşa etmeye, toplumsal bütünlüğümüzü korumaya yönelik olarak yeniden düzenlenmelidir.  

Din öğretimi mevcut haliyle ferdi ve toplumsal ihtiyaçlara, yaşanan problemlere yeterli çözüm getiremiyorsa, kendini yenileyecek yerde tarihi tecrübenin dışında yapılanmış her hangi bir dini oluşumun, grubun bakış açısıyla sınırlanarak mevcut halini korumak için bir yandan siyasi alandan destek arayıp aynı zamanda siyasi alanı yönlendirmeye çalışırken  küresel düzeyde gerçekleştirilen stratejik hedeflere konu oluyorsa, bu durum  din öğretiminin bizzat kendisinin çözümsüzlüğün öznesi durumuna geldiğini göstermektedir.

 İnsanlığa çözüm üretmek, önünü açmak için sonsuzluk alanından gelen ve tarihin dikey ve yatay boyutlarında insanlığın karşılaştığı sonsuzca sorunlara çözüm üretmeyi barındıran dinin, din öğretiminin çözümsüzlüğün öznesi olması hem amacı bakımından hem de kendisine çözüm için başvuran inananlar açısından son derece problemli görünmektedir.

Toplumsal alanda bilinen istikrarsızlıklara yol açıcı haliyle sunumu yapılan ve ülkemizde temiz dini duygularla dini anlamaya ve yaşamaya çalışan dindarları muhatap alan din öğretimi, oluşturduğu düşünce ve zihinsel yapılanmaların eyleme dönüştüğü kaotik ortamda, yaşanan ferdi ve toplumsal problemlere cevap verecek bir anlayışı tesis edemez görüntüsü vermektedir. Böyle olunca fert ve toplum hayatını yakından ilgilendiren, toplumun değişim ve dönüşümünde, istikrar ve güvenlik içinde var olması ve ilerlemesi açısından olumlu ya da olumsuz bir etken olarak devreye giren din öğretimi, gerek içerdiği bilgiler açısından gerekse bu bilgilerin toplumsal alanda yol açacağı yankılar açısından toplumsal gerçekliği dikkate almak zorundadır. Kısaca belirtmek gerekirse, din öğretimi, dünyada değişen paradigmayı, bunun ürettiği dili anlayıp kendi tarihi, sosyal, kültürel evrenini oluşturan bilgi kaynakları ve gerçeklikleriyle yoğuran, tarihi tecrübe ve bulunduğu stratejik konum açısından yorumlayan bir zihniyetin yansıması olmalıdır.   

Türkiye’nin sosyal yapısı ve dini yapılanmalar dikkate alınarak farklı dini sosyalleşmelere yol açmamak ve toplumsal bütünlüğü sağlamak için Din öğretimi çerçevesinde verilecek dini bilgilerin içeriği yeniden gözden geçirilmelidir. Din öğretimi   her hangi bir dini grubun epistemolojisine göre değil, İslam’ın temel prensipleri üzerine kurgulanmalıdır.

Bilindiği üzere hiçbir ülkenin dini, tarihi, sosyal gerçeklikleri birbirine uymadığı gibi aynı ülkenin farklı tarihi süreçler içerisinde beliren tarihi, sosyal, dini gerçeklikleri bile birbirine uymayabilmektedir.

Bir takım dini çevrelerin İslam tarihi içerisinde epistemik farklılıklar çerçevesinde oluşan dini mezhepleri, grupları dikkate alarak batı toplumlarında hem epistemik hem yapısal hem de örgütsel olarak birbirinden ayrılmış Katolik, Protestan, Anglikan, Presbiteryen vb. mezheplere ve bunların oluşturdukları kiliselere benzeterek bir yapılanmayı önermesi bizim tarihi gerçekliklerimiz ve İslam’daki mezhep anlayışı açısından tutarsız görünmektedir.

İslam tarihinde oluşan mezhepler alternatif bilgi üretimine bağlı olarak meydana gelmiş, kilisesi olmayan ve kilise etrafında örgütlenmeye benzer bir örgütlenmeyi tasvip etmeyen hatta parçalanıp bölünmeyi eleştiren bir özellik taşımaktadır. Oysa batıdaki kiliselerin her birinin dogmatik, bilgisel ve örgütsel yapısı birbirini ret ve inkâr eden bir temel üzerine kurulmuştur. İslam’daki mezhepler ve bu mezheplere dayalı olarak oluşan yapılanmalar hakikatin birlikteliğini öncelerler. Bugün görünen ayrışmalar siyasi ve sosyolojiktir. Batı ülkelerinde kiliseler etrafında oluşan dini yapılanmalar birbirlerini tanımadıklarından devletin bunlardan herhangi birisini sahiplenmesi tarafsızlığını zedelemekte, dolayısıyla tarafsız bir tavır takınmayı gerektirirken, kiliseleri kendi öğretileri içinde serbest bırakmaktadır. Ancak bu serbestiyet devletten bağımsızlığı, devlete karşıt bir yapılanmayı, devletin laik ya da seküler rejimine karşı tavır almayı da içermemektedir. 

Söz konusu ülkelerdeki din-devlet ilişkileri ve bu ilişkilere bağlı olarak yapılanan din öğretimi, bu ülkelerde din öğretiminin toplumların kendi tarihi sosyal ve dini şartlarına göre şekillendiğini göstermektedir. Bu durum bize her hangi bir ülkenin model alınmasını değil, bu ülkelerin oluşturdukları modellerde takip ettikleri yöntemi dikkate almayı, yani kendi ülkemiz ve toplumumuzun şartlarına göre bir model oluşturmayı gerektirmektedir.

Din öğretimi veren öğretmenlerin sürekli kendilerini yenilemeleri için hizmet içi kurslarından geçirilmeleri gerekir. Hizmet içi eğitimin verildiği yerlerde özel, nitelikli(tatil yapma amacıyla bir yerlere gitmeyi ayarlayan değil) öğretim üyelerinin görevlendirilmesine özenle dikkat edilmelidir.

Burada kısaca arzettiğim problemlerin ortadan kaldırılıp ülkemizin gerçeklerine uygun bir din anlayışını gerçekleştirmek ve büyük güçlerin dini aleyhimize kullanmalarının önüne geçmek için gerekli önlemleri almak zaruri görünmektedir. 

Bu önlemler ne olabilir sorusu yöneltildiğinde öncelikle içerden düşünen, bu ülkenin değerlerine bağlı, menfaat peşinden koşmayan ve kendisine teklif edilebilecek her hangi bir menfaati elinin tersiyle itecek olan ilahiyatçılardan ve uygun görürlerse alevi önderlerinden müteşekkil özel bir çalışma grubunun kurulmasıdır.

Bu çalışma grubu, ilgili kurumlarla koordineli olarak, Türkiye’de problem olan ve belirli stratejilere konu olan dinin örgün ve yaygın alanda öğretiminden bu öğretimin içeriğine, din görevlilerinin eğitilmesine, din hizmetlerinin nasıl olacağına varıncaya kadar her alanda ülke menfaatlerine uygun kısa, orta ve uzun vadeli program ve politikalar geliştirmelidir.

Bu bağlamda;

1-İmam-Hatipler ve İlahiyat fakültelerinin müfredatları yeniden yapılandırılmalı ya da gözden geçirilmelidir.   Bu yapılanmada öğrencilerin tıpkı Tıp Fakültelerinde, Harbiyelerde olduğu gibi çok ciddi bir eğitimden geçirilerek profesyonelce yetiştirilmesi konusunda programlar yapılmalı, din adamı, ilahiyatçı olacak öğrenciler kesinlikle seçilmeli ve yukarıda bahsi geçen problemleri yaşatmayacak özelliklerle donatılmalı, uyum sağlayamayanlara geçit verilmemelidir. Batı’da Katolik olsun Protestan olsun din adamlarının tam bir profesyonellik içinde yetiştiklerini biliyoruz. Ne var ki, bir kenarda bekletilen istisnalar hariç, Türkiye’de din adamlarını yetiştirenler bile profesyonel değil!

2- Milli eğitime bağlı Din kültürü ve ahlak dersi öğretmenlerinin de aynı esaslar çerçevesinde yetiştirilmesi, mevcut olanların bilgilendirilmesi için seminer programları yapılmalıdır.

3-Mevcut olan din görevlileri, müftü ve vaizler, vâizeler hizmet içi kurslardan geçirilerek değişen dünyanın paradigmaları, bunların ülkemize yansıması, bu yansımada dinin, dini öğretinin(örgün ve yaygın öğretimde), dini bilginin, dindarlığın ve dini kurumların nasıl etkilenebileceği konusunda bilgilendirilmesi ülke bütünlüğümüz açısından son derece gereklidir. Bu çerçevede periyodik olarak uygulanacak seminerler düzenlenmelidir.

4-Din öğretimi, dinin felsefi, antropolojik, psikolojik, sosyolojik, hukuki, ahlaki, siyasi ve uluslararası boyutları dikkate alınarak, anlaşılabilir, sistematik, eleştirel ve yeniden yorumlanabilir şekilde pedagojik esaslara uygun olarak programlanmalıdır.   

5- Ülkemizde ve Yurt dışında dinî hayatın (bilgi, zihniyet, itikat, ibadet ve sosyal hayata yönelik) çeşitli boyutlarıyla ilgili olarak tezahür eden olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya çıkartarak yeni bir din öğretimi ve din hizmeti politikalarının tespiti ve geliştirilmesi için bir “Dinî-Sosyal Araştırma Merkezi(DSAM)” kurulmalıdır.

Bu araştırma merkezi, toplumumuzun çeşitli katmanlarında oluşan din-toplum ilişkilerini, bu bağlamda oluşan dinî gruplaşmaları, farklılaşmaları, bunların nelere dayandığını bilimsel metotlarla ortaya koyacak, ülkemiz ve milletimizin geleceğini inşa etmede olumlu ya da olumsuz etkisi bulunan dinle ilgili sorunların çözülmesine katkı sağlayacaktır.

            Söz konusu “Dinî-Sosyal Araştırma Merkezi(DSAM)”, program ve organizasyonu yönlendiren, bunları geliştiren, sistemleştiren insan gücünü amaçlayıp, gelişen ve değişen dünya şartlarını ve düşünce dilini kavrayan yetişmiş ehliyetli kişilerin istihdamını öngörmelidir. Bu yetişmiş “kadro”ya insanlığın ulaştığı teknolojik imkânların sağlanması gereklidir.

Halkımızın bu konuda çeşitli sempozyum, panel, konferans ve açık oturumlarla uygun zaman ve zeminlerde, televizyon ve radyo programlarında sürekli, sistemli ve tarafsız bir şekilde aydınlatılması; geleceğin aydınlık, huzurlu ve güvenli, farklılıklar içinde bütünleşmeyi başarabilen Türk toplumuna ulaştıracaktır.

Prof. Dr. FAZLI ARABACI

KAYNAKLAR

 [1] François THUAL, Géopolitique du Chiisme, Arlea,1995.

[2] Necip HABLEMİTOĞLU, Alman Vakıfları, Bergama Dosyası, TDY, 4. basım,İst., 2003, s.73.

[3]Mapping the Global Future. Report on the National Intelligence Council´s2020 Project. Based on Consultations with Nongovernmental ExpertsAround the World, Washington, dec. 2004 (disponible au format PDFsur le site du NIC: www.cia.gov/nic).

[4] Jean François MAYER, Facteurs religieux et relations internationals, Etudes et analyses, no:8, 2005,

http://religion.info/pdf/2005_08_theopol.pdf

[5] Samuel P. HUNGTİNTON, Medeniyetler Çatışması mı?(Der. M. Yılmaz), Medeniyetler Çatışması içinde, Vadi, 8. baskı, 2003, s. 29.

[6] A.g.e.,s.27

[7]A.g.e., s.43

[8] A.g.e.,s.25

[9] A.g.e.,s.41

[10] A.g.e.,s 177

[11] A.g.e.,s 176